Prof. Dr. Recep Şentürk TRT'de Yayınlanan Devrialem Programı'nın Konuğuydu
Mehmed Akif Ersoy'un mealini ilim dünyasına kazandıran Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Müdürü Prof. Dr. Recep Şentürk, TRT Türk'te yayınlanan Devrialem isimli programda Mehmed Akif; şahsiyeti, üslubu, sanatı ve özellikle meali ile, yayınlanma süreci üzerine bir konuşma gerçekleştirdi.
Yusuf Sami Kamadan'ın sorularını yanıtlayan Prof. Dr. Recep Şentürk'ün röportajı www.dunyabizim.com adlı internet sitesinde de yayınlandı.
Mehmed Âkif nasıl bir
şahsiyettir? Bize bundan bahseder misiniz?
Mehmed Akif Tanzimat’tan
sonra ortaya çıkan âlim modeline uygun şekilde yetişmiş bir insandır. Ben İslam
İlim Tarihi’ni üç kısma ayırıyorum. Bir: Tanzimat’a kadar olan dönem, o dönemde
bizim âlimlerimiz sadece İslam ilim geleneğini tevârüs ediyorlar, öyle bir eğitim
görüyorlar. Arapça’yı, Farsça’yı, Türkçe’yi öğreniyorlar. Ancak Tanzimat’tan
sonra Batının meydan okumasıyla yüzleşebilmek için bu sefer Batıyı da öğrenmeye
başlıyorlar. Yani Doğuya ilave olarak; Doğuyu terk etmiyorlar, İslam’ı terk
etmiyorlar; Arapça’yı, Farsça’yı öğreniyorlar bunun yanında da en azından bir
tane Batı dili öğreniyorlar. Mehmet Akif de aynı şekilde yetişiyor. Arapça’yı
öğreniyor, Farsça’yı öğreniyor, medrese usulü eğitim görüyor ama bu arada
modern ilimlerle de aşinalık kazanıyor ve Fransızcayı öğreniyor. Mehmet Akif
baytarlık eğitimi görüyor ama baytar olarak çalışmıyor hayatında daha çok bir
ilim adamı olarak çalışıyor, faaliyetleri bu çerçevede odaklanmıştır. Toplumumuzda şu anda Mehmet Akif bir şair
olarak tanınıyor ama bu eksik bir tanımadır. Aslında Mehmet Akif büyük bir
âlimdir. Mehmet Akif’in şaheseri olarak da “Safahat” biliniyor. Ama bence esas
şaheseri Mehmet Akif’in mealidir. Çünkü Mehmet Akif mealini yazabilmek
için ömrünün son iki yılında şairliği terk ediyor. Meal yazma vazifesini
üstlendikten sonra şairliği bırakıyor. Bütün enerjisini, bütün gücünü meal
yazmaya teksîf ediyor. Ve meali de bir şiir olarak değil nesir olarak tercüme
ediyor ve bunu daha güzel bir şekilde gerçekleştirebilmek, şiirin tesirinde
kalmamak için de şairliği bir kenara bırakıyor. Ve İslami İlimlerde, Arapçada o
kadar yüksek bir dereceye ulaşmış ki “Muallakât-ı Seba” ismi verilen “Yedi
Askı” olarak Türkçe’ye tercüme edilen Arap edebiyatının en önemli yedi
şaheserini okutabilecek nadir kişilerden birisi olarak biliniyor. Ve yine onun
ilminin Kur’an’a nüfûzunun başka bir göstergesi de “Kur’an’ı Türkçe’ye kim
tercüme eder, Kur’an’ın mealini kim yazar?” dendiğinde, 1923 yılında
Türkiye’deki bütün âlimler hepsi ittifakla “Bunu Mehmet Akif yapar” diyorlar.
Yani hem ilmi tarafı var hem edebiyat tarafı var. İlimle edebiyatı, sanatı birleştiren bir kişi. Aynı zamanda karakter
sahibi olan bir insan. Ve Kur’an hizmetinde, İslam’ın hizmetinde her şeyini
feda etmeye hazır olan bir insan. Kur’an’ı daha iyi tercüme edebilmek
için o kadar büyük bir şair olduğu halde şiiri bir kenara bırakabiliyor. Bu çok
büyük fedakârlık gerektiren bir şeydir. Siz Türkiye’nin milli şairi
olacaksınız, yazdığınız bir şiir “Milli Marş”, “İstiklal Marşı” olarak kabul
edilecek ama sonra -ben Kur’an’ı daha iyi tercüme edeyim diye- şairliği terk
edeceksin. Bu çok büyük bir fazilet örneğidir. Yine aynı şekilde onu İslam’a
olan sadakatinin, bağlılığının bir başka göstergesi de on iki yıl emek verdiği
ve daha güzel bir şekilde yapayım diye şairliği bile terk ettiği mealin kötü
bir niyete alet olma ihtimali karşısında yakılmasını vasiyet etmesidir. Bir
nevi Mimar Sinan’ın Süleymaniye Camii’nin yıkılmasını vasiyet etmesi gibi bir
şey. Şaheserini, on iki yıl emek verdiği bir eseri kötülüğe alet olacaksa,
benim eserim olmasın, var olmasın diye büyük bir fedakârlık gösteriyor. Ve
bütün bunlar onun ilim sahibi olduğunu aynı zamanda büyük bir edebiyatçı, şair
olduğunu fakat bunlardan daha önemlisi takva sahibi, mütedeyyin, karakter
sahibi, ahlak sahibi, en üst seviyede dindar bir insan olduğunu gösteren
şeyler.
Mehmed Âkif’in hayatına baktığımızda
“gönüllü sürgün” diyebileceğimiz bir Mısır dönemi var? Bunun sebebi nedir?
Mehmed Âkif neden Mısır’a gitmişti?
Mehmet Akif mücahit bir insan Osmanlı Devleti varken devletin bekası için
çalışmış Osmanlı Devleti yıkıldıktan sonra bu sefer Kurtuluş Savaşı’nda yine o
mücahitliğini göstermiş. Cihat içerisinde olmuş ve Türkiye Cumhuriyeti
kurulurken bir İslam Devleti kurulacak düşüncesiyle destek vermiş ve mücadele
etmiş. Fakat Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra yönetici kadrolarda büyük
bir tasfiye gerçekleşiyor. Dindar insanlar dışlanıyor ve yanlış bir laiklik
politikası benimseniyor. Din düşmanlığı ile laiklik eşitmiş gibi anlaşılıyor ve
bu çerçevede bir takım yanlış politikalar uygulamaya konuluyor. Türkiye’ye
laiklik Batılılaşma süreci içerisinde getirilmiştir. Türkiye’deki laikliğin
Batı’dan bir benzeri yoktur. Batıda en
katı laiklik uygulaması Fransa’da görülür. Fransa’da da din yani kilise
devletten özerktir. Ve Fransız
anayasasına göre din eğitimini sadece ve sadece kilise verebilir. Fakat
Türkiye’deki modelde din devletin kontrolündedir ve din eğitimini de anayasaya
göre sadece devlet verebilir. Bu tür şeyler yanlış bir laiklik uygulaması. Yine
aynı çerçevede Osmanlı kültürünün, İslam medeniyetinin terk edilmesi, tamamen
Batı medeniyetine geçilmeye karar verilmesi, Osmanlı harflerinin terk edilmesi,
İslam hukukunun terk edilmesi, medreselerin kapatılması, tekkelerin kapatılması
bir nevi İslam medeniyetinin kültür mirasının tasfiye edilmesi doğrultusunda
bir takım çabalar gerçekleştiriliyor. Ve bütün bunlar da Batılılaşma için
gerçekleştiriliyor. Şimdi aradan geçen yüz sene sonra biz tabi Batılılaşma
politikalarının uygulandığı hiçbir ülkenin gerçek manada Batılılaşmadığını
görüyoruz. Mesela Fransız sömürüsü olan ülkelerde Batılılaşma uygulandı ama
hiçbirisi Fransa gibi olmadı ya da onların şehirleri Paris gibi olmadı. İngiliz
sömürgesi olan yerlerde Batılılaşma politikası uygulandı ama hiçbirisi
İngiltere olmadı ya da onların şehri Londra gibi olmadı. Dolayısıyla sadece
Türkiye’de değil bütün dünyada bu Batılılaşma politikaları uygulanmıştır ama
her ne kadar bu Batılılaşma politikaları o ülkeleri Batı ülkeler yapacakmış
gibi takdim edilse bile esas maksad oralardaki kültürel bağımlılığın, siyasi
bağımlılığın, kolonyalizmin, sömürgeciliğin daha daimi hale gelmesini sağlama
politikalarıdır. Nitekim Batılılaşmaya çalışan Fransız sömürgesi ülkeler şu
anda Fransa’ya tam bağımlı olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Diğer ülkeler de
İngiltere’nin sömürgesi ise İngiltere’ye bağımlı olarak devam ediyor. Türkiye
de bu Batılılaşma sürecinde ekonomik olarak, siyasi olarak fikri olarak Batıya
bağımlı hale getirilmiştir ve asla gerçek manada Batılılaşamamıştır. Mehmet
Akif bunu daha en başından görmüştür bu yüzden Batılılaşma siyasetine karşı
çıkmıştır. Bunun neticede bizi gerçek manada kalkındırmayacağını,
ilerletmeyeceğini bizim kültür kodlarımıza, kültür geleneğimize uymadığını ifade
etmeye çalışmıştır. Tam tersine Mehmet Akif’in düşündüğü; İslami kimliğimizi,
İslami medeniyet kimliğimizi muhafaza ederek Batıdan da ne alabileceksek yani
bize yararlı olan şeyleri alalımdı ama toptan Batılılaşma bize fayda getirmez
kanaatindeydi. Dolayısıyla o dönemdeki
yönetimle arasında ideolojik, siyasî, fikrî bir ayrılık ortaya çıkmıştır çünkü
o dönemde resmî olarak tamamen İslam medeniyetini terk etme Batı medeniyetine
geçme politikası, toptan Batılılaşma politikası benimsenmiştir. Mehmet Akif ise
biz Müslüman olarak kalalım ama Batı medeniyetinden öğreneceğimiz,
faydalanacağımız bir şeyler varsa onları alalım şeklinde bir yaklaşıma sahipti.
Bu ayrılık Mehmet Akif’in Türkiye’yi terk etmesine sebep olmuştur. Türkiye’den
Mısır’a göç etmiştir ve Mısır’da faaliyetlerine devam etmiştir. Mısır’a
gitmeden önce, Türkiye’de iken 1923 yılında bu meal yazma görevini kabul ediyor
ancak daha sonra Türkiye’de bu yanlış laiklik anlayışı uygulanıp Türk İslam’ı
inşa etme hedefi yürürlüğe konulunca Mehmet Akif bunu tasvip etmiyor ve o
süreçte bakıyor ki kendisine siparişi verilen meali resmi Türkçe Kur’an olarak
devlet kabul edecek, bunu insanlara empoze edecek, namazlarda Türkçe Kur’an’la
ibadet olacak, zaten o sıralarda Türkçe ezan okutulmaya başlanıyor; din mühendisliği
yapmaya çalışıyor bazı yöneticiler. Yani İslam’ı yeniden kendi kafalarına göre
şekillendirmeye, inşa etmeye başlıyorlar ve Mehmet Akif’in mealini de resmi
Kur’an olarak, Türkçe Kur’an olarak benimsetme planları yapıyorlar. Mehmet Akif
çok uyanık bir insan, “Teşkîlât-ı Mahsûsa ”da çalışmış birisi. Bütün bu
planları alt üst edecek şekilde tedbirlerini alıyor. Diyanetle yapmış olduğu anlaşmayı
fes ediyor ve artık “ben meali kendi başıma yapacağım” diyor ve kendim
yayınlayacağım şeklinde bir karar veriyor.
Mehmed Âkif’in Mısır’daki ortamı nasıldı? Kendisi gibi Türkiye’den giden başka
isimler de var mıydı orada?
Mehmet Akif’in çevresinde kendisi gibi Türkiye’den gönüllü veya zorunlu
Mısır’a sürgün gelmiş veya gönderilmiş insanlar var. Bunların en başında son
Osmanlı Şeyhülislamı Mustafa Sadri Efendi, Zâhid Kevserî, Yozgatlı İhsan Efendi
ve daha başka insanlar var. Bunların bir kısmı Türkiye’den zorunlu olarak
sürgün edilmiş, diğer bir kısmı da Türkiye’deki bu siyasi değişimleri, birtakım
inkılapları vs. tasvip etmedikleri için oraya göç etmiş insanlar. Mehmet Akif
bunlarla beraber yaşıyor, bir de tabi Mısır’da daha önceden kurmuş olduğu
arkadaşlıklar, dostluklar var. Kendisi
orda Türkçe hocalığı yaparak geçimini temin ediyor bir taraftan da her ne kadar
Diyanet’e vermekten vazgeçse de meal projesini yapmaya devam ediyor, hayatını
bunlarla geçiriyor.
Âkif’i Türk toplumu nezdinde bu kadar sevdiren özelliği nedir hocam?
Mehmet Akif’i sevdiren en önemli özelliği karakteridir, ahlakıdır, dava
adamı olmasıdır, mücahit olmasıdır ve dini için, memleketi için, milleti için
çalışmış olmasıdır ve bu yönde yapmış olduğu fedakârlıklardır. Bunların
karşılığında da ne devletten ne milletten herhangi bir şey beklememesidir.
Hatta verilse bile bunları kabul etmemesidir. Mehmet Akif’i topluma sevdiren
esas özelliği fedakarane, kendini her zaman feda eden bir dava adamı olmasıdır.
Diğer taraftan şairliği, şiirlerinde millete tercüman olması, insanların ifade
edemedikleri duyguları en güzel bir şekilde hem Osmanlı Devleti döneminde hem
Kurtuluş Savaşı döneminde en güzel bir şekilde ifade ediyor olabilmesidir. Bütün
bunlar Mehmet Akif’i milletimize sevdiren özellikleridir.
Mehmed Âkif sanatıyla neyi amaçlamıştı?
Mehmet Akif sanatı sanat için yapmamıştır. Sanatı din için yapmıştır. İslam
milleti için, ümmeti için yapmıştır. Bu yüzden onun şiirlerine baktığımızda
kendisinin o dönemdeki İslam ümmetinin dertlerine tercüman olduğunu ve şiiriyle
kurtuluşun reçetesini bir mesaj olarak insanlara sunduğunu ve o dönemdeki Müslümanları
gayrete getirmeye çalıştığını, emperyalizme karşı, Türkiye’yi sömüren güçlere
karşı onları savaşa, cihada teşvik ettiğini görmekteyiz. Sanat için sanat
değil; bir dava için sanat, din için sanat, ahlak için sanat, medeniyet için
sanat, bağımsızlık için sanat yaptığını görmekteyiz. Mesaj dolu toplumu hareket
geçiren bir sanat anlayışına sahip olduğunu görmekteyiz. Mehmet Akif’in arzu
ettiği “Asım’ın Nesli” ismini verdiği bir nesil yetişmesiydi. Bu nesli
yetiştirmek için gayret göstermiştir. Bu nesil aslında bir Müslüman nesil, bir
Müslüman gençlik demektir.
“Mehmed Âkif’in şaheseri olarak
“Safahat” biliniyor ama bence esas şaheseri mealidir” dediniz. Bundan bahseder
misiniz?
İslam tarihine baktığımızda belli dönemlerde sultanlar, halifeler belli
alimlere ihtiyaç duydukları kitapları sipariş etmişler ve onları
desteklemişler. Mesela Kanuni Sultan Süleyman Ebussuud Efendi’ye tefsir
yazdırmış, yani tefsir yazmasını istemiş, Ebussuud Efendi de Sultan’ın bu
isteğine cevap vererek meşhur İrşâdü’l-aķli’s-selîm tefsirini yazmış. İyiki de
Kanuni böyle bir tefsir yazdırmış. Böyle bir Türk alimi tarafından Arapça yazılmış
olan bir tefsir. Şu anda bile, dünyanın ileri gelen üniversitelerinde;
Ezher’de, Medine’de, Mekke’de, önde gelen bütün eğitim kurumlarında bu tefsir
hâlâ okunuyor ve çok da önemli bir müracaat kaynağı. Kâdî Beyzâvî gibi, Nesefî
gibi, onlarla eşdeğerde, hatta birçok açıdan onlardan üstün bir tefsir olarak
kabul ediliyor. Bu da bir Osmanlı şeyhülislamı, bir Türk alim tarafından
yazılmış. Türk tarihinde bizde bu gelenek var. 1923 yılında, o dönemin şartları içerisinde, Büyük Millet Meclisi Türkçe
bir meal, Türkçe tesfir ve Türkçe hadis kitabı yazdırılmasına karar veriyor.
Niçin böyle bir karar veriliyor? Çünkü o dönemde bir kere alimlerimiz ve ilim
talebelerimiz I. Dünya Savaşı’nda ve Kurtuluş Savaşı’nda şehit olmuş. Yani
büyük bir boşluk var. Halka dini öğretecek insanların çoğu şehit olmuş. Bu bir.
İkincisi bu boşluktan istifade ederek, ticârî maksatla bazı kötü niyetli
insanlar Fransızca’dan, İngilizce’den Kuran tercüme ediyorlar ve bunu bastırıp
piyasa sürüyorlar. Tabi bu suyunun suyu olmuş oluyor. Esas Kuran-ı Kerim’le bir
alakası yok ve birçok açıdan da yanlışlar var. Hatta bazı kasıtlı yanlışlar
yapılmış. Yani müslümanların kafasını karıştırmak ve İslam dinini tahrif etmek
maksadıyla. İşte bunların önüne geçebilmek için, yani halk dinini Türkçe
kaynaklardan öğrensin ve bir de kötü niyetli insanlara piyasa teslim edilmesin,
onlar bu boşluktan istifade etmesinler diye
Büyük Millet Meclisi böyle bir karar veriyor. Tefsir yazmayı Elmalılı Hamdi Yazır kabul ediyor, hadis kitabı yazmayı,
yani Buhari’den seçme hadisleri içeren bir hadis kitabı yazmayı Babanzâde Ahmed
Naim kabule ediyor, meal için de
herkesin de görüş birliğiyle Mehmed Akif aday olarak ortaya çıkıyor. Fakat
kendisi çok mütevazi bir kimse olduğu için bunu kabul etmiyor. Ama nihayet
Elmalılı Hamdi Yazır onu ikna ediyor. Sizden istenilen tercüme yapmak
değil, meal yapmak diyor. Çünkü tercüme ile meal arasındaki fark; tercümenin
aslında yerine ikâme edilebiliyor olmasındadır. Ama meal aslın yerine ikâme
edilemez. Meâlen demek, yani yaklaşık olarak, yaklaşık anlamı demektir. Bunun
üzerine Mehmed Akif bu teklifi kabul ediyor ve Diyanet’le bir antlaşma
yapılıyor. Daha sonra Mehmed Akif 10 cüz tercüme ediyor ve tercümeyi Diyanet’e
gönderiyor. Yani ben böyle bir meal yapıyorum, bu sizin isteklerinize uygun mu
değil mi diye. Diyanet de onu tasvip ediyor. Hatta Hamdi Yazır’a da gönderiyor.
Hamdi Yazır da bakıyor. Ve çok sade bir tercüme yapmaya çalışıyor ki herkes
anlayabilsin. Ancak daha sonra
Türkiye’de yönetim anlayışı değişince; işte Türkçe Kuran, Türk dini, Türkçe
ezan gibi şeyler ortaya çıkınca, Mehmed Akif hizmetinin yanlış bir şekilde
kullanılacağını düşünerek, Diyanet ile olan anlaşmasını bozuyor. Bir arkadaşına
yazdığı mektupta şöyle diyor: “Tercüme güzel oldu, hatta umduğumdan daha iyi.
Lakin onu verirsem namazda okutmaya kalkacaklar. Ben o vakit Allahımın huzuruna
çıkamam. Peygamberimin yüzüne bakamam” Yaptığı tercümeden memnun. Hatta
beklediğinden daha iyi olduğunu görüyor. Fakat eğer ben bunu verirsem Türkçe
ibadet için araç yapacaklar. Ben o vakit Allah Teala’nın huzuruna çıkamam,
peygamberimin yüzüne bakamam diyor. Bu mealin tarihi aslında Türkiye’de din –
devlet ilişkileri tarihini yansıtan bir tarihtir. Türkiye’de dinin devlette,
devletin de dinle olan ilişkisi bu mealin tarihine de aksetmiştir. En başta
İslam çok olumlu bir yaklaşım var. Bir meal yazılmasına karar veriliyor. Mehmed
Akif de bunu kabul ediyor. Bu sefer dini kontrol altına alma ve tahrif etme;
“Türk İslamı” adı altında bir din mühendisliği projesi ortaya koyuluyor. İkinci
bir safhaya geçiliyor ve bu aşamada Mehmed Akif anlaşmayı feshediyor. Sonraki
yıllarda Demokrat Parti iktidara geliyor. Tabi Demokrat Parti iktidara gelmeden
evvel Mehmed Akif 1936’da vefat ediyor. Mehmed
Akif’in elinden meali almaya çalışıyorlar, fakat Mehmed Akif meali vermiyor.
Mısır’da, Yozgatlı İhsan Efendi’ye meali emanet ediyor ve Yozgatlı İhsan Efendi
de 1961 yılındaki vefatına kadar meali muhafaza ediyor. O arada
Türkiye’de ezan tekrar Arapça’ya dönüyor. Mısır’dakiler ümitvarlar tabi, işler
iyiye gidiyor diye. Fakat 1961’de
tekrar ihtilal olunca yeniden Türkçe ezan, Türkçe Kuran, Türk İslamı projeleri
yeniden gündeme geliyor. Bu sefer Mısır’dakiler korkuyorlar. Bu insanlar
gelirler ve elimizden bu meali zorla alırlar, Türkiye’de bunu resmi Kuran
haline getirirler diye. Bu telaşla meali yakıyorlar. Mealin yazılmaya
başlandığı tarih 1923. 23’den 61’teki yakıldığı tarihe kadar arada 40 seneye
yakın bir zaman var. Mealin sadece bir
nüshasının olduğunu ve kimsenin buradan istinsah etmediğini düşünmek pek de doğru
değil. Mutlaka bu arada bazı insanlar mealden nüshalar çıkartmışlardır.
Nitekim İhsan Efendi kendisi için bir nüsha çıkartmış. Belki başkaları da bu
süreçte başka nüshalar çıkartmış olabilirler. Tabi mealin orada yakılması
gerçekleşiyor. Ama diğer nüshalar büyük ihtimalle muhafaza edilmiştir.
Mehmed Âkif’in mealini ilim dünyasına kazandırmış bir kimse olarak, mealin
yayınlanma sürecini sizlerden dinleyebilir miyiz?Mehmed Âkif Ersoy’un Kur’an Meali sizin elinize nasıl ulaştı? Meali
yayınlama kararınız ve yayın aşamalarınız nasıl gerçekleşti?
Bizim elimize geçen nüsha, Mustafa
Runyun kanalıyla gelmiştir. Mustafa Runyun, İhsan Efendi’nin talebesi ve uzun
zaman onunla beraber olmuş bir insan. Daha sonra Türkiye’ye geldiğinde,
Türkiye’de Diyanet’te çalışmış, hatta Diyanet’in kurmuş olduğu Türkçe bir meal
yazma komisyonunda bulunmuş, kendisi de o komisyonda çalışmış. Daha sonra o
komisyonun hazırladığı meal de yayınlanmıştır. Yani o süreçte meal yazımıyla
ilgili birtakım çalışmalar yapan bir insan. İşte bir şekilde Mehmed Akif’in bu
mealini temin etmiş; ya Mısır’dayken hocasından almış olabilir, ya da
Diyanet’te o meal üzerinde çalışırken Diyanet’in arşivinden Mehmed Akif’in
Diyanet’e gönderdiği meali kendisi istinsah etmiş ve ettirmiş olabilir. Çeşitli
ihtimaller orada söz konusu. Vefatından sonra bu meal bize intikal etti, 1988
yılında. Ben de bu meali yaklaşık
olarak 25 sene muhafaza ettim. Ben şöyle düşünüyordum; birilerinde bu mealin
tamamı vardır zaten ve onlar yayınlarlar. İnsanları mealin üçte biriyle meşgul
etmeyelim diye. 25 yıllık zaman zarfında hiçkimse yayınlamayınca bu sefer benim
içime bir endişe düştü. Bana herhangi bir şey olsa, meali burada bazı
fotokopiler, işe yaramaz kağıtlar var diye çöpe atabilirler, kaybolabilir gibi.
O süreç içerisinde Hayrettin Karaman Hoca’mızla, Ertuğrul Düzdağ Beyefendi,
Dücane Cündioğlu Beyefendi ile istişareler yaptık. Şunu sordum ben bu isimlere.
Tamam bu meal Akif’in mealidir, bunda bir şüphem yok. Ama bu sizce de Akif’in
meali midir? Yani bir bilirkişi raporu alır gibi, uzmanlardan görüş alarak.
Bunların hepsi bu mealin Mehmed Akif’in meali olduğunu kabul ettiler. Dediler
ki bunun Mehmed Akif’in meali olduğuna hiç şüphe yok. Bu insanlar kendilerini
bu konuya veren, uzman insanlar. Daha sonra ikinci soru; bu meali yayınlamak
gerekir mi gerekmez mi? Yayınlamak uygun mudur, değil midir? Her birisi meali
muhakkak yayınlamak lazım, hatta bugüne kadar yayınlanmaması bir hatadır.
Yayınlamazsan bu senin için büyük bir vebal olur. Çünkü bu millete mâl olması
gereken bir şey, yani bir şahsın koleksiyonunda duramaz dedi. Biz de yaptığımız
bu istişareler neticesinde meali
yayınlamaya karar verdik. Ve meal yayınladığı zaman bundan hiç kimsenin bir
menfaat elde etmemesini de bir şart olarak benimsedik ve elhamdülillah meali bu
şekilde yayınlamış olduk. Meali basarken Mehmed Akif’in daha önce
Sebîlürreşad gibi dergilerde yaptığı ayet meallerini de dipnot olarak ekledik.
Baktığımızda daha önce yapılan bu tercümeler ile mealin aynı olduğunu, sadece
mealde sadeleştirme yaptığını görüyoruz. Bu da bu mealin Mehmed Akif’e ait
olduğunun bir başka kanıtı olarak karşımızda duruyor. Geçen sene Uluslararası
Mehmed Akif Meali Sempozyumu gerçekleştirdik. Bir meal hakkında Türkiye’de,
belki de dünyada müstakillen gerçekleştirilmiş bir sempozyum. Dünyanın farklı
yerlerinden çeşitli ilim adamları geldiler, meali farklı açılardan ele aldılar.
Onların da her birisi bu mealin Mehmed Akif’e ait olduğunu teyid ettiler.
Türkçe bakımından, dil bakımından, edebiyat bakımından, fıkıh ilmi bakımından,
siyasi tarih açısından vesaire farklı açılardan meali incelediler. Yakında da
inşallah sempozyumda sunulan bildirileri bir kitap olarak yayınlayacağız.